Gitmeden Önce - 120


Not: Montreal'e gelmeden 4 ay önce yazmaya başladığım ancak henüz bitiremediğim bir hikaye aşağıdaki. Gerçek zaman, mekan ve kişilerle ilgisi olmayan sadece düşüncelerimde yaşayan kurgusallığın yansıdığı bir hikaye.

3 Mayıs 2013

Duyarsız insanlardı onlar. Duyarlılıklarını yitirmişlerdi ya da yitirmiş gibi yaşamak zorundaydılar hayatı. Bir sohbet sırasında nereden geldiğini unutmuş biri "[E]ee bu iş bütün dünyada böyle..." demişti onlara. Aslında değildi tam olarak. Bu iş bütün dünyada böyle değildi. Örnekleri vardı tersini söyleyecek; bir ülkenin medeniyet düzeyi o ülkenin kaldırım yüksekliğiyle doğru orantılı olabilir miydi? Yaşadıkları ülkenin nadide yerlerinde -eğer varsa- kaldırımların yüksekliği -kamyon gelip vatandaşı ezmesin diye- bazen 50 cm.'ye ulaşırdı. Yayanın hakkı yoktu burada, kaldırımlar otomobillerin parketmesi içindi. Artık kimse ses çıkarmaz olmuştu. Çünkü bu tür uyduruk konularla uğraşıp kafasını bozmak istemezlerdi onlar.

Sabah evden çıktığında insan, akşam geri geleceğinin garantisi yoktu. Karşıdaki bakkala gofret almaya çıkar, ertesi gün -şanslıysa- hastanede açabilirdi gözünü vatandaş, ama sağlık olsundu. Kiremit düşerdi başına, ayağının altındaki zemin yarılır, otomobil çarpar, taksicinin sopasından dayak yerdi. Tornavida saplanır bir yerine, saçı uzun diye dövülerek öldürülür, 3 yıl önce boşandığı kocasının şiddetine maruz kalır, inşaatta çalışırken düşer, deprem olur binaların altında kalır, adı Mehmet'se cenazesi kalkardı ertesi gün. Artık kimse sesini çıkarmaz, hatta düşünmezdi bile.

Akşam televizyondaki haberleri izleyip sonra yemek yiyebilirdi burada yaşayanlar. Mideleri kalkmazdı, daha geçenlerde öldürülmüştü alt komşunun yeğeni, serserilerce dövülerek. Olurdu böyle şeyler. Vicdanları törpülenmişti onların, kız başına çıkmasaydı dışarı dün gece tecavüze uğrayan Fadime Abla. Duyarlılıklarını bir kaç on yıl geride bırakmışlardı. Çünkü bunları düşünecek olsalar hayatlarını yaşayamazlardı.

Son bir kaç aydır -basılı, görsel, işitsel- haber kanallarının hepsinden her gün bir ölüm, yaralanma haberi geliyordu yaşadıkları ülkede. Her gün en az bir ölüm. Ölümler onlar için normaldi, herkes ölecekti sonunda, yoktu ama sorgulayan neden erken ölüyor insanlar. Her gün bir ölüm, her gün bir travma. Ama etkilenmezlerdi onlar, onlar hayatlarını yaşamaya çalışıyorlardı.

Kazandıklarının yarısını alırdı devlet, onlara insanca bir yaşam kurmak için. Sormazlardı hesabını kimseden, nasıl olsa bir şeyler yapılıyordu işte. Ama bırak insanca yaşamayı, bazen bir hayvan gibi yaşamak bile özlem olurdu. Kendilerini yönetsin diye seçtikleri kimseler cahildi, tebeşiri teneşirle, bilimi filmle karıştıran, dünya görüşleri kıt, insanı maddeyle ifade etmeye çalışan, nereden gelip nereye gittikleri konusunda kendince bile fikri bulunmayan halktan görünen ama özünde uzaydan gelmiş gibi davranan birileriydi. Ne yapsınlardı yani, en iyileri bunlardı görünen. İyiyi yüksek sesle konuşmakla, saldırganlıkla, saygısızlıkla, yalan söylemekle ifade etmişse yazılı olmayan kurallar, en iyinin de iyisiydiler.

Hepsinin evi kalesiydi kendince. En iyisi olmalıydı evlerinde, son moda, son model ve en pahalı. Kazandıklarını kaleye koymak geleceği garanti almak için belki de gerekliydi kim bilir. Ama unutmuş görünüyorlardı bir zamanlar sahip oldukları sevecen, namuslu, vicdanlı, aklı başında, iyi insan olma meziyetlerini. Geçmişte hiçbirinin yoktu ki elektriği, telefonu, televizyonu, hatta yeterli miktarda yiyeceği. Ancak yaşamayı bilirlerdi onlar bir zamanlar, ekmeği karneyle alsalar da, çuvaldan elbise dikseler de, mum ışığında ders çalışsalar da. Selam verecek birileri olurdu sokakta, yardıma koşan birileri. Samimiyetle, içtenlikle yaşayan, etrafındakiler birşeylerden yoksun olabilirlerdi ama insan olarak herşeye sahip yapmayı bilenlerdi onlar. Hafızaları her daim tazeydi eskiden, yiyecekleri doğaldı, mütevazi olmak önemliydi, aile, eş-dost bizdendi. Çamaşırlarını elle yıkayıp çocuklarını iyi yetiştirirlerdi, özverili insanlardı.

Bir ülkeydi ki orası, insanlar kendilerini korumakla meşguldüler, kendi başlarına birşey gelmedikçe gördüklerini boş vermişlikle izliyor ya da gereksizce üzerlerine alınıp başkalarının dertlerini dert ediniyorlardı, yoktu ki başka yapılacak birşey ellerinden gelen. Belki de öyle sanıyorlardı, diğer ülkelerde yaşayanlara bakıp bazen iç geçiriyor bazen de mutlu oluyorlardı hallerinden. Bir kıyas mıydı bu yaptıkları? Kendi olmak yerine başkasına göre birşey olmak değil miydi bu? Neden özgür değildi beyinleri, bedenleri özgürken? Bunların bile üzerinde düşünmek için zamanları yoktu ki cevapları olsundu.

O doğduğunda böyle değildi hayat. Genç annesinin ve babasının rüyaları farklı mıydı acaba? Başkent'te dünyaya gelmişti babasının deyimiyle kereta, bir üniversite hastanesinde. Saçı ve dişleri vardı doğduğunda, belli ki annesi iyi bakmıştı kendine öncesinde. Ailesinden biraz farklıydı görüntüde, çekik gözlü, sarışındı, gözleri maviydi, sonradan dönmüştü yeşile.

Annesi anlatırdı zaman zaman, kimsenin bilmediği bir köydeki ilk yılını. Babası gitmişti önce oraya, öğretmendi, okulu bitireli bir yıl kadar olmuştu. Sınıf arkadaşıyla evlenmişti, genç, idealleri olan, hevesli biri. Annesi de gelmişti sonra, bebekleriyle beraber. Zordu hayat, soğuktu yılın 9 ayı, kar kalkmazdı yerden epey bir süre. Annesi çalışmamıştı bir süre, birlikte epey vakit geçirmişlerdi. O yıllardan kalmış, yere vurarak şeklini değiştirdiği cezve hala duruyordu evlerinde. Hep şaşırmıştı annesine, bir bebeğin çıkardığı bu sese nasıl dayandığı konusunda. Belli ki sabırlı birisiydi annesi. O dönemde komşuları annesine sormuştu "Sen bu çocuğu sütle mi yıkıyorsun" diye ciddiyetle. Farklıydı rengi çünkü diğer insanlardan. İlk yıl herkes için zordu, bir önceki yıla kıyasla, bir yandan hayat mücadelesi, bir yandan yeni evlenmiş öğretmen bir çiftin birbirini tanıma çabası, bir yandan da bu çocuk...

Zor geçen iki yılın ardından babasının memleketine dönmüşlerdi sağ salim. Orada görmüştü ilk defa otomobili, faytonu, uzun yeşil ağaçları. Daha kalabalıktı öncekinden, ama çok da değil. İnsanların şapka çıkararak birbirine selam verdiği, köşedeki bakkaldan ekmek alınabilen, yeşil parkları geniş caddeleriyle bir Akdeniz şehriydi burası. Havası sıcaktı, insanları gibi. Artık bir kardeşi vardı. Kız kardeş. Epey minikti kendine göre, esmerdi aksine. Önce kreşe gitti. Tahtalarla çevrilmiş oyun bahçesindeki portatif salıncakta kaşını çarpıp kanattığı, herkesin yüreğini ağzına kazayı da burada yaşamıştı. Aslında birşey hissetmemişti ama gururuydu incinen. Salıncakta arkasından acemice itekleyen arkadaşını göremediği için kızmıştı kendine.

İlkokula da burada başlamıştı. Cumali'ydi ilk okul öğretmeninin adı. Önceleri biraz huysuzdu, ama öğretmeniyle okula birlikte yürümeye başladıklarından beri daha bir iyiydi sanki. Hergün birlikte yürümek, sohbet etmek sakince, yeni şeyler öğrenmek çok güzeldi. Tatil günleri bile giderdi öğretmeninin evine. Birlikte vakit geçirirlerdi çay eşliğinde. Ne konuştukları pek hatırlanmazdı ama güzel şeylerdi, keyifleri yerinde olduğuna göre.

Sonra tayini çıktı babasıyla annesinin, başkente taşındılar mecburiyetten. Hayat biraz daha zordu artık. Burası büyük şehirdi, annesinin şehri. Ama onun gençliğindeki gibi değildi galiba, biraz değişmişti. Olsun yine de yeni bir okul ve yeni arkadaşları vardı. Sabahları babasının açtığı radyodan haberleri dinlerlerdi kız kardeşiyle okula hazırlanırken. Cuma günüyse eğer, türkü çalardı haberlerden sonra, severdi bu anadolu türkülerini, kardeşinin şakaları, annesinin güzelliği ve babasının traş kokusuyla tamamlardı sanki hayatı.

İlkokuldaydı ilk aşkı, kızıldı, lüle lüleydi saçları. Bazen birlikte yürürlerdi. Heyecanı vardı sohbetin. Geriye bakardı hep ayrılırlarken. Daha öncekinin başına terlik fırlatmış, kızın ağlamasına neden olmuştu. Aynı hatayı yapmayacaktı bu defa. Belli mi olurdu belki evlenilerdi günün birinde. Her ne kadar anlamını pek bilmese de iyi birşey olalıydı bu evlilik dedikleri. Çocukların oluyor ve şeker yiyebiliyordun istediğin kadar. Öğrenecekti aslında bu kadar karmaşık olmadığını gelecekte.

Kardeşiyle el ele tutuşmuşlardı bir kış günü, on yaşındaydı, kardeşi de dokuz. Buzlu kaldırımda ayağı kaymıştı kardeşinin farketmeden, düşmüştü burnunun üstüne. Ağlamıştı kardeşi, sanırım daha fazla korumalıyım onu demişti içinden, evde kovboyculuk oynarken özel eyerlediği yatak başını kardeşine verecekti bir süre. Belki teselli edebilirdi onu. Ondan sonra hep ağabey olmaya çalıştı, kardeşinin hala hitap ettiği gibi. Bir yaş vardı aralarında ama yine de ağabeydi işte. Gelecekte de kardeşini hep koruyacaktı, hep kollayacaktı elinden geldiğince.


Devam edecek...